
Kendisinden sıcak olması gerekirken uyurken boşalttığı sıvılar yüzünden daha serin olan yatağından kalktı. Sebepsizce, doğru herhangi bir şey yapıp yapmadığını düşündü geçmişinden bugüne uyumak dışında. Günün ilk küfrü sırf bu yüzden geçmişineydi. Bedeninin alt tarafındaki şişliğe bakıp tuvalete gitmesi gerektiğini düşündü. Saatin hangi yedi olduğunu anlaması için biraz süre tanıdı kendine. Sabahtan kalmaydı. İşerken gözleri başka bir şişkinlikle karşılaştı puslu aynada. Bir faydası olacakmış gibi o şişliklere, bolca suyla yıkadı yüzünü. Tıraş olmalıydı. Komple. Üşendi. Kendine gelmeliydi. Kahve içmeliydi. Olmadı.
Tekrar yatağına yöneldi. Hatırlayabileceği rüyalar görebilmek için. Bütün gerçeklerin yalan olduğunun farkına vardığından beri yapıyordu bunu. Zevk için. Rüyaya yatmayı. Hatırlamaya çalışmayı. Hipnozun etkisi çabucak gösterdi kendini. Kapaklar ağırlaştı ve üstüne düştü.
“Sokaklar ıssızdı. Sokaklar fakirdi. Fırtına öncesi sessizlik dedikleri muhtemelen buydu. Kaçıncı yüzyıla uyanmıştım bilmiyorum. İki ile başlamadığından neredeyse emindim. Önce sağıma sonra soluma sonra tekrar sağıma bakmadan istemsiz arkama baktım. Ellerinde baltalar, palalar, oraklar bulunan, burunlardan nefret soluyan öfkeli bir kalabalık sürekli saatlerine bakıyordu. Birinden emir beklercesine sabit duruyorlardı. Bellerinden çıkardıkları köstekli saatleri gördüğümde barutun henüz keşfedilmediğinin farkına vardım. Eşzamanlı bacağımda toplanan gücü hissettim. Ve son sürat koşmaya başladım dar taştan sokaklarda. Koştukça arkamda bırakıyordum pazar olduğunu tahmin ettiğim mekânı. İki yanımda sallanan etler, kafesler içinde didişen hayvanlar, sebzeler, meyveler ve bilumum zerzevat vardı. Ama bunları satanların hiçbirinin orada olmaması en önemlisiydi. Hepsi kayıp. Hepsi düşmüş. Çevreyi tanımaya başladığımda daha bir hızlanmıştı ayaklarım. Yön bilmeden. Yer bilmeden. Sadece uzağa. Zamanı öğrenmek için saatime baktım. Tam 16:59. Arkamdaki kalabalıkla aramda yerel bir zaman dilimi farkı yoksa saat beşi beklediklerinden emindim. Sadece beni kovalamak için mi oradalardı, neden bekliyorlardı, kaçmam için bana avans mı vermişlerdi bilmiyordum.
Saklanmak için herhangi kuytu bir yer aradı gözlerim. Ancak nafile. Yüklendiğim bütün kapılar kilitli ve göründüklerinden daha sağlamdı. Buraya yabancı olduğumu hissettirmeyecek herhangi bir duygu aradım çevremde. Birkaç yüz metre uzaktan gelen toplu bir çığlık yarıda kesti bu arayışı. Saat tam 17:00’yi gösteriyordu. Ve ben koşmaya devam ettim. Her şey gibi dar olan bir pasajdan kestirme bulduğuma inanarak geçtim. Küçük gibi görünen bu kasaba için fazla büyük bir meydana vardım. Bu sefer daralan bendim. Meydanın tam ortasında durmuş nereye gideceğimi bilmeden orada dikelirken tek düşündüğüm şey, var olmamaktı. Ama vardım. Çünkü var olmamayı bile düşünüyordum. Alev topuna dönen bacaklarım çoktan benden ayrılmıştı bile. Tam kendimi koyuvermeye hazırlanırken bir siluetin meydanın sonundaki sokaktan keskin bir viraj aldığını gördüm. O anda arkamdakilerin sadece benim için beklemediklerini anladım. Bu farkındalık tekrar bacaklarıma güç yüklememe yetti de arttı bile. Sesler de artık sadece bağırtı, böğürtü değildi. Bunu biraz önce geçtiğim sokaklardaki dükkânların camlarının kırılma seslerini duyduğumda anladım. Yıkılıyordu sanki bütün evler, dükkânlar.
Gördüğümden bile emin olmadığım bir görüntüyü takip ediyordum. Ama aramızdaki fark boyla ölçülebilecek cinsten değildi. Umudun yerini olumsuzuna terk etmeye başladığı anda iki ev arasından bir başka silueti gördüm. Paralel koşmaya çalışarak sağımdaki her boşluktan onu aradım. En yakın dönemeçten sağa döndüm. Gördüğüm siluetler ete ve kemiğe bürünmüşlerdi artık. Ve bir tane değillerdi. Hatta aralarında kadınlar bile vardı. Bir süre sonra sadece arkamda değildi kalabalık. Önümde de kaçışan bir başka kalabalık vardı.
Ölümün soğuk kırbacını terden sırılsıklam olmuş sırtıma yememek için koşuyordum diğerleriyle. Böyle bir durumda bile üstüme toplanan bakışları hissedebiliyordum. Bakışlarına karşılık verdiğimde kadınları, çocukları, yaşlıları gördüm. En önden gitmesi gerekenler sona kalmıştı sanki. Arada yere düşenler ve tekrar ayağa kalkanlar vardı. Kalkamayanları kimse umursamıyordu çünkü. Kimse kimsenin yakını değildi. Kucağında hemen hemen üç yaşındaki ağlayan çocuğuyla koşan anne hariç. Onlara takıldı gözlerim. Onlarda önündekilere. Çocuk annesinin kucağından biraz öteye öndekilerin bıraktığı toz bulutunun içine düştü. Kadının yanına yaklaştığımda şaşkın ve yalvaran bakışlarını içimde hissettim. Ama benimde arkamdakilere yalvarmamam için devam etmem gerekliydi. Saçları ağlayan gözlerini kapatacak şekilde uzun olan oğlan çocuğunun yanına geldiğimde meydanda aradığım duyguyu bulmuştum. Hangi yüzyılda olduğumun önemi yoktu. Çocuğu kucaklayıp annesinin yanına döndüm. Onu da diğer kolumun altına almaya çalıştıysam da çocuğu göstererek devam etmem için yalvardı. Umursamadım çekiştirdim kolundan zorla. Toplu cinnet yaklaşırken aklıma tek bir soru takıldı. Neden ben değilsem neden bu nefret? Sanki öğrendiğimde daha az acı çekerek ölecekmişim gibi.
İki kolumun altında sürekli ağlayan iki insanla daha fazla kaçamayacağımı anladığımda sığınacak bir liman aradım bilmediğim bu kara parçasında. Bu hengâme içinde artık bende sessiz değildim. Yardım dileniyordum etraftan. Gördüğüm bütün kapıları yumrukluyordum. Ama kim olduğumu dahi soran kimse yoktu. Diğerlerinden farklı olduğum için ilk beni öldürecekler diye düşündüm. Ensemdeydi Azrail. Ensemizdeydi. O anda kadın çekiştirmeye başladı kolumdan ve önümüzdeki yol ayrımının sol tarafını işaret etti. Güvenebileceğim yegâne hareketti. İşaret ettiği sokağa yöneldik. Sokağa girdiğimiz anda kadın aceleyle üzerini yoklamaya başladı. Yırtarcasına. Sinirleniyor, tahminimce küfürler savuruyordu, böğründen o parıldayan anahtarları çıkarmadan önce. Bakakaldım. Az daha yol aldıktan sonra soldaki ahşap oymalı bir kapının önünde durduk. Kapıyı açtı. Kurtuldum diyordum içimden. Çocuğu annesine verdim. Çocuk suskundu. Ters giden bir şeyleri sezmişçesine bana bakıyordu. Sonra gözlerimi kadına çevirdim. Üzgünüm diyordu gözleriyle. Kapı aniden suratıma çarpılıp sürgüsü çekildiğinde anladım olan biteni. Bağrışmalar devam ediyordu. Ben sessizdim.
Kalabalığı birileri yönetiyormuş gibiydi. Güdümlü füze gibi girmişti birkaçı bizim sokağa. Ve sil baştan. Otuz saniye de olsa dinlenen bacaklarım artık bana ait değillerdi. Ben kontrol etmiyordum onları. Bedenim binmişti üstlerine rodeo yapan kovboylar misali. Labirente dönmüş sokaklardan nereye gideceğime onlar karar veriyordu. Beynim daha az iş yaptığından bir anda çalışmaya başladığını hissettim. Ne kadar kalabalıklardı acaba? Bunu düşündüğüm anda ilk dönemeçte onların geldiği yönde doğru kaçmaya karar verdim. Kontrolü tekrar elime aldım. Arkama baktığımda üçünün beni takip ettiğini diğerlerinin yoluna devam ettiğini gördüm. İkisi çelimsiz ama hepsi de silahlı üç adam. Bu kondisyonda koşabildiğime göre çelimsizleri haklayabileceğimi düşündüm. Bir plan yapmalıydım. Tam o anda ayak bileğimi sıyıran bir baltanın sapı kaval kemiğimden vurdu beni. Yere kapaklandım. Beni yerde görünce onlarda yavaşladı ve gülmeye başladılar. Üzerimdeki tişörte mi yoksa koşu ayakkabılarıma mı gülüyorlardı bilmiyordum. Tek hissettiğim şey korkuydu. Ve tek dileğim yaklaşan üçlü ölümün teker teker gelmesiydi. Orağını yerden almaya çalışanın üstüne atladım düşünmeden. Beklenen boğuşma. Fiziksel temas. Gücü elde etme çabası. Sırtıma kavisli bir şekilde inen bir başka orak bu çabaya son verdi. Diğer ikisine döndüğümde havada suratımın ortasına inmekte olan baltayı gördüm. Yavaş çekimde geliyordu sanki. Teslim bayrağım göklerde dalgalanıyordu. Saatime baktım. 20:34…”
Uykuya dalalı sadece bir buçuk saat olmuştu.