2007/11/27

Film Şeridi


Birileri çocuk aldırırken ben çocukluğumu. Annemle hep günlere gittim ki hergün. Biriktirdim içemediğim gazozların kapaklarını. Yutma olasılığıma karşı bilyelerimi, ağzıma bile koymadım. Kötü alışkanlıklara sahiptim ama hep, gerçek kötülerin kim olduğunu anlayana kadar. Değerli zannetiğim değerlerin hepsi kıh kıh arkamdan gülmekteler. Geniş zaman kipinde geleceğe dair çekim ekleri ekledim fiillerime. Yapıcı hiç olamadım nedense. Tsubasadan futbol, Hanamichiden basketbol öğrendim belki bundan. Japonları da anlamadım bir süre. Gerçek hayatta beceremediklerini canlandırdıklarını sonradan özel kanallar açıldığında kanıksadım. Pazar akşamları her çocuk gibi üzgün ve yıkanmıştım. Bizimkilerle bizimkiler izledim ütü kokusu eşliğinde.
Çabucak ertesi olurdu Pazarın. Kahvaltı yapardım. Artık kahvaltıda yapmıyorum. Ne üstünde nar gibi tereyağlı ekmekler kızaran sobalar var ne de hep saatini fazladan geri alıp erken yaşlanan annem. Bundadır ki yitirmişim sevgimi.
O öldü ben adam oldum zorunluluktan diye düşünürdüm 13 yaşımdayken. Emrahta küçüktü oradan biliyorum. Babam ölmediğinden midir nedir ben hala adam olamadım 33 yaşımda. Bunları şimdi farkedip yazan ise 23 yaşında. Küçük hapishanemden kaçtım ki bebekken. Hayatımın kayıp zamanlarını yaşadığımda anlatır mıyım anneleriyle nasıl tanıştığımı çocuklarıma kahramanca. En iyisi bir seri katile dönüşmem aslında. Kendimden başlarım intihar süsü vererek.
Ya da şu son üç cümlenin hayatımın özeti olduğunu farkedip basar giderim kendime bile farkettirmeden. Ne dersiniz?

2007/11/25

Arkası Bugün




Bir yerlerden ana haber bülteni bütün felaket tellallığıyla yağıyordu yavaş yavaş. İstemeden de olsa dinlemeye başladı. Etrafında kırmızı oklar sanki onu gösteriyor, dışına çıkamadığı daireler çevreliyordu kafasını. Kimdi bu saatte gelip uyku mahmurluğunu yaşatmayan? Kimdi az önce gördüğü rüyayı hatırlamamasını sağlayan? Önce dışarıdan geldiğini düşünüp pencereye yöneldi. Kapalıydı. Uykusunda ne zilin çaldığını ne de kapıyı açtığını hatırlamıyordu. Evin anahtarına sahip olanları düşünüp, gelebilecekler listesini üçe indirdi. Düşünce gücü diye iç geçirdi. Ayakları salona gidene kadar bir sürprizi kalmamıştı bile. Üstünü örtmeyi düşünecek kaç kişi vardı ki şu dünyada?
Önce nicedir o kadar beyaz görmediği banyoya takıldı gözleri. Sonra kahve yapmak için yöneldiği mutfakta çocukluğunun üzüm bağlarında geçirdiği yazlarından kalma patlıcan közlemesi kokusu patladı yüzünde. Mevsimi gelmiş miydi ki patlıcanın? Yoksa sera gazları altında mı yetişmişti? Umursamadı. Uzun zamandan sonra, uyandığında midesine inen ilk şey kahve değildi. Uzaktan tanıdık bir tat aynı zamanda anılarının gerçekliğiydi. Çoktandır kullanmadığı ocakta tekrar pişiyordu hayalleri. Bu kadar kısa sürede bunları yapan ve uyandığını fark edip hüzünlü bir o kadar da azarlayan gözlerle kapı girişinden bakan bu kişi annesinden başkası değildi.
-Zayıflamışsın, dedi annesi.
-Sen de, diye karşılık verdi.
Biri kaygı diğeri iltifattan oluşan teker kelimelik cümlelerinden sonra sarıldılar birbirlerine. Annesi tam bir şeyler söylemeye niyetlerinden anında susturdu onu. Ne diyeceğini zaten biliyordu. Annesi de karşılığını. Daha önce defalarca konuşulmamış mıydı? Annesi sıska kollarından tutup yüzüne baktığında dayanamayıp sordu.
-Neden?
-Ötenazi uygulanacak bir insana yapılacak iğne neden sterilize ediliyorsa o yüzden. Prosedür gereği. cevabını verdi o da.
Şu an konuşmak istemediği ama annesinin de konuşmak istediği yegane konuydu. Ayda bir anca gördüğü annesiyle ne konuşabilirdi ki başka? Eski alışkanlıkları tekrar su yüzüne çıkaran bu kısa sahneden sonra kahve yapmanın az da olsa bir kaçış imkanı vereceğini düşündü. İşe yaramıştı. Arkasını dönüp hazırladığı kahve boyunca annesi tek kelime bile etmemişti. Elinde fincanı feng shui felsefesine uygun hiçbir şeyle dekore edilmiş salona geldiğinde, annesi tek boş yer olan karşısına oturması için işaret etti. Bu sırada dolu olmasını umut ettiği sigara paketine doğru uzandı. Paketi hacmini kaybedene ve elinin içinde kaybolana kadar sıktı. Markete kadar gitmenin zorluğunu düşünse de annesi ile gerçekleşecek olan kaçınılmaz diyalogun erteleneceği de anımsayarak kapıya doğru yöneldi elindeki boş paketi annesine göstererek. O da çantasından çıkardığı bir karton dolu paketle cevap verdi. Ve tekrar oturmasını işaret etti. Hazırlıklı gelmişti. Ama bir karton? Deliğinden bile çıkarırdı insanı. Mecburen, yetmişlerden kalma, gelinin ilk defa sevişmesini kutlamak için yalaka akrabalarından çeyiz niyetine gelmiş, bir bacağı kırıldı kırılacak ahşap oymalı koltuğuna oturdu. Oğlunun pozisyonunu aldığını gören annesi hiç vakit kaybetmeden…
- Tekrar soruyorum neden? Bu defa sen abuk sabuk cevaplarını veremeyesin diye ben açık kapıları kapatayım. En son ne zaman yemek yedin? Ne zamandır evden çıkmıyorsun? İşi de bırakmışsın. O zaman evin kirasını neyle ödüyorsun? Neden bu haldesin? Ve en önemlisi bu saatte yatakta ne işin var? diye saydırdı..
- En son yemeğimi az önce yedim. Dün sigara almaya giderken evden çıkmıştım. İş demek artık sadece sabah uyanıp belli bir adreste belli bir görevi yerine getirmek değil. Evinde oturduğun yerden de para kazanabiliyorsun. Neden bu haldeyim? Bunu diğer sorudan sonraya saklıyorum. Sabaha kadar içtim. İçtikten sonra, ki muhtemelen artıklarını temizlemişsindir, içimdekileri döktüm doyasıya. Sonra tekrar doldurdum öğleye kadar ve zıbardım. Neden bu haldeyim? Kavgalar arasında geçmiş çocukluğumdan olabilir mi, ya da uyuyorum bahanesi ile beni terk edip giden sevgilimden, o da olmadı gerçek hayatın bana hiç mi hiç gerçeklik sunmadığını düşünüp bütün zamanımı diğer tarafa yakın bir biçimde geçirmeye çalıştığımdan mı? Sen seç. Birle ikiyi seçme ama. Biri çok defa seçtin ve biz çok defa konuştuk. İki zaten beklenen bir olaydı onu zaten geç. Üçüncüyü de hiç söylememişim farz et ki tartışmalarımıza yeni bir ünite daha eklemeyelim olur mu? şeklinde saydırmaya saydırmayla karşılık verdi.
Üst üstüne yakılmış üç sigara süresi boyunca yoktan seçmeli sorulara verilen boktan cevaplarla geçti zaman. Kimsenin tatmin olmayacağı baştan belli olan konuşma bittiğinde sessizce geçildi yemek masasına. Annesi bir bakıma yerine getirmişti içgüdüsel görevini.O yüzden sustu belki de. Çünkü dışarıdan gelen onca gürültüye rağmen içeriden tek duyulan ses metal kaşıkların adi porselen tabaklara çarptığı andakiydi. Yerine getirmesi gereken birçok görev varken hemen hiçbirini yapmayan –kendisine hain evlat diyordu-oğlu ise beş dakika önceki tatsız olaya aldırmadan, tadını çıkartarak büyük bir iştahla yedi yemeğini. Yemek bittiğinde annesi yakacağı sigaraya laf edecek gibi olduysa da vazgeçti.

Quien Soy Yo?


Histerik nöbetler içindeyim, istemeden, hissetmeden. Bir tarafında kış, bir tarafında yaz yaşanıyor beynimin yarımkürelerinde. Ben hep ilklerde ya da ta -uzaklık belirtir- sonlarda. En çok da baharda. Ya depresif ya da platonik. İçtiğim her şeye belirsizlik katılmış sanki. Ya cin ya da tonik. Gövdesiz benzetmelerle sarılmış etrafım. Büyük ve yegâne gözleri hep üzerimde tarama halinde. Bir şey mi söylemeye çalışıyorlar yoksa onlarda mı mecazi. Vahiy midir nedir? Nedir? Nedir? Nedir?… İçses bir yerlere gönderme yaparak cevap verir;
— Yaz!
Normal bir yaşam sürmem için gereken eylem. Sizlik bir durum değil merak etmeyin. Sadece benlik. İçses sadece bir yere gönderme yaparak düzeltir;
— Bizlik diyecektin herhalde!
Mavi perde önünde geçsin ki hayatım. Nereye istersem oraya koyayım kendimi. Sağlam ışıklandırmayla belki ışık hızında yolculuk ederim. İçerden birileri takip etmesin diye. Çaktırmayın! Kandırırım kolayca kendimi. Bilirim ki o da kanar. Belki kanmaz kim bilir. Sokaklarını bilmediğim bir galakside, çeşme başında bırakır kaçarım, binip modern cadısüpürgesi ışın kılıcıma. Özel selem ve düşünceönler kaskımla. Bir kıvılcım, bir Big Bang ve ben yokum. O da yok. Oda yok. Uzar gider sanırım. Kılıcım gibi. Kıvılcım gibi biraz ama fitil 1 ışık/km baruttan olursa. Gerici diyenler olabilir. İnadına yanmayan çakmağımı yakmaya çalışırım yanan çakmağımla. Gerici diyenler buna diyecek merak ediyorum. Kısa ve öz reklâmları izleyerek büyüyen bir nesildenim ki ben. Çakman lazım hemen!
­“Ne alaka?” diyeceğini varsaydım içses. İçim dışım bir artık. Bir tavuk dışkısındaki arpanın boyu kadar bile yol gidememişindir muhtemelen. En azından saygıda kusur etmem sana. Öncelikle arkandan konuşuyorum. Sen bu satırları hiçbir zaman okuyamayacaksın. Ben zaten çoktan çok uzaktayım. Karganın bokunu yemesini, afyonun patlamasını beklemeden ben oralardan gittim. Sen yoklamalarda mevcut olmadığından beri devrikleştim. Başkalarının düşüncesi olmayınca ipe ve sapa gelmez düşüncelerle boğuşuyorum kafamda.
“Sol elimle mi daha fazla sigara içtim şimdiye kadar yoksa sağ elimle mi?”
“Sınırdışı ederlerse beni dünyadan her -sferde göstermek zorunda kalır mıyım deli gömleğimi güdümlü gümrük memurlarına?”
Olmadı arşa kadar marş söylerim bende. Dağ başını…
Acaba?

Arkası Yarın


Kendisinden sıcak olması gerekirken uyurken boşalttığı sıvılar yüzünden daha serin olan yatağından kalktı. Sebepsizce, doğru herhangi bir şey yapıp yapmadığını düşündü geçmişinden bugüne uyumak dışında. Günün ilk küfrü sırf bu yüzden geçmişineydi. Bedeninin alt tarafındaki şişliğe bakıp tuvalete gitmesi gerektiğini düşündü. Saatin hangi yedi olduğunu anlaması için biraz süre tanıdı kendine. Sabahtan kalmaydı. İşerken gözleri başka bir şişkinlikle karşılaştı puslu aynada. Bir faydası olacakmış gibi o şişliklere, bolca suyla yıkadı yüzünü. Tıraş olmalıydı. Komple. Üşendi. Kendine gelmeliydi. Kahve içmeliydi. Olmadı.
Tekrar yatağına yöneldi. Hatırlayabileceği rüyalar görebilmek için. Bütün gerçeklerin yalan olduğunun farkına vardığından beri yapıyordu bunu. Zevk için. Rüyaya yatmayı. Hatırlamaya çalışmayı. Hipnozun etkisi çabucak gösterdi kendini. Kapaklar ağırlaştı ve üstüne düştü.
“Sokaklar ıssızdı. Sokaklar fakirdi. Fırtına öncesi sessizlik dedikleri muhtemelen buydu. Kaçıncı yüzyıla uyanmıştım bilmiyorum. İki ile başlamadığından neredeyse emindim. Önce sağıma sonra soluma sonra tekrar sağıma bakmadan istemsiz arkama baktım. Ellerinde baltalar, palalar, oraklar bulunan, burunlardan nefret soluyan öfkeli bir kalabalık sürekli saatlerine bakıyordu. Birinden emir beklercesine sabit duruyorlardı. Bellerinden çıkardıkları köstekli saatleri gördüğümde barutun henüz keşfedilmediğinin farkına vardım. Eşzamanlı bacağımda toplanan gücü hissettim. Ve son sürat koşmaya başladım dar taştan sokaklarda. Koştukça arkamda bırakıyordum pazar olduğunu tahmin ettiğim mekânı. İki yanımda sallanan etler, kafesler içinde didişen hayvanlar, sebzeler, meyveler ve bilumum zerzevat vardı. Ama bunları satanların hiçbirinin orada olmaması en önemlisiydi. Hepsi kayıp. Hepsi düşmüş. Çevreyi tanımaya başladığımda daha bir hızlanmıştı ayaklarım. Yön bilmeden. Yer bilmeden. Sadece uzağa. Zamanı öğrenmek için saatime baktım. Tam 16:59. Arkamdaki kalabalıkla aramda yerel bir zaman dilimi farkı yoksa saat beşi beklediklerinden emindim. Sadece beni kovalamak için mi oradalardı, neden bekliyorlardı, kaçmam için bana avans mı vermişlerdi bilmiyordum.
Saklanmak için herhangi kuytu bir yer aradı gözlerim. Ancak nafile. Yüklendiğim bütün kapılar kilitli ve göründüklerinden daha sağlamdı. Buraya yabancı olduğumu hissettirmeyecek herhangi bir duygu aradım çevremde. Birkaç yüz metre uzaktan gelen toplu bir çığlık yarıda kesti bu arayışı. Saat tam 17:00’yi gösteriyordu. Ve ben koşmaya devam ettim. Her şey gibi dar olan bir pasajdan kestirme bulduğuma inanarak geçtim. Küçük gibi görünen bu kasaba için fazla büyük bir meydana vardım. Bu sefer daralan bendim. Meydanın tam ortasında durmuş nereye gideceğimi bilmeden orada dikelirken tek düşündüğüm şey, var olmamaktı. Ama vardım. Çünkü var olmamayı bile düşünüyordum. Alev topuna dönen bacaklarım çoktan benden ayrılmıştı bile. Tam kendimi koyuvermeye hazırlanırken bir siluetin meydanın sonundaki sokaktan keskin bir viraj aldığını gördüm. O anda arkamdakilerin sadece benim için beklemediklerini anladım. Bu farkındalık tekrar bacaklarıma güç yüklememe yetti de arttı bile. Sesler de artık sadece bağırtı, böğürtü değildi. Bunu biraz önce geçtiğim sokaklardaki dükkânların camlarının kırılma seslerini duyduğumda anladım. Yıkılıyordu sanki bütün evler, dükkânlar.
Gördüğümden bile emin olmadığım bir görüntüyü takip ediyordum. Ama aramızdaki fark boyla ölçülebilecek cinsten değildi. Umudun yerini olumsuzuna terk etmeye başladığı anda iki ev arasından bir başka silueti gördüm. Paralel koşmaya çalışarak sağımdaki her boşluktan onu aradım. En yakın dönemeçten sağa döndüm. Gördüğüm siluetler ete ve kemiğe bürünmüşlerdi artık. Ve bir tane değillerdi. Hatta aralarında kadınlar bile vardı. Bir süre sonra sadece arkamda değildi kalabalık. Önümde de kaçışan bir başka kalabalık vardı.
Ölümün soğuk kırbacını terden sırılsıklam olmuş sırtıma yememek için koşuyordum diğerleriyle. Böyle bir durumda bile üstüme toplanan bakışları hissedebiliyordum. Bakışlarına karşılık verdiğimde kadınları, çocukları, yaşlıları gördüm. En önden gitmesi gerekenler sona kalmıştı sanki. Arada yere düşenler ve tekrar ayağa kalkanlar vardı. Kalkamayanları kimse umursamıyordu çünkü. Kimse kimsenin yakını değildi. Kucağında hemen hemen üç yaşındaki ağlayan çocuğuyla koşan anne hariç. Onlara takıldı gözlerim. Onlarda önündekilere. Çocuk annesinin kucağından biraz öteye öndekilerin bıraktığı toz bulutunun içine düştü. Kadının yanına yaklaştığımda şaşkın ve yalvaran bakışlarını içimde hissettim. Ama benimde arkamdakilere yalvarmamam için devam etmem gerekliydi. Saçları ağlayan gözlerini kapatacak şekilde uzun olan oğlan çocuğunun yanına geldiğimde meydanda aradığım duyguyu bulmuştum. Hangi yüzyılda olduğumun önemi yoktu. Çocuğu kucaklayıp annesinin yanına döndüm. Onu da diğer kolumun altına almaya çalıştıysam da çocuğu göstererek devam etmem için yalvardı. Umursamadım çekiştirdim kolundan zorla. Toplu cinnet yaklaşırken aklıma tek bir soru takıldı. Neden ben değilsem neden bu nefret? Sanki öğrendiğimde daha az acı çekerek ölecekmişim gibi.
İki kolumun altında sürekli ağlayan iki insanla daha fazla kaçamayacağımı anladığımda sığınacak bir liman aradım bilmediğim bu kara parçasında. Bu hengâme içinde artık bende sessiz değildim. Yardım dileniyordum etraftan. Gördüğüm bütün kapıları yumrukluyordum. Ama kim olduğumu dahi soran kimse yoktu. Diğerlerinden farklı olduğum için ilk beni öldürecekler diye düşündüm. Ensemdeydi Azrail. Ensemizdeydi. O anda kadın çekiştirmeye başladı kolumdan ve önümüzdeki yol ayrımının sol tarafını işaret etti. Güvenebileceğim yegâne hareketti. İşaret ettiği sokağa yöneldik. Sokağa girdiğimiz anda kadın aceleyle üzerini yoklamaya başladı. Yırtarcasına. Sinirleniyor, tahminimce küfürler savuruyordu, böğründen o parıldayan anahtarları çıkarmadan önce. Bakakaldım. Az daha yol aldıktan sonra soldaki ahşap oymalı bir kapının önünde durduk. Kapıyı açtı. Kurtuldum diyordum içimden. Çocuğu annesine verdim. Çocuk suskundu. Ters giden bir şeyleri sezmişçesine bana bakıyordu. Sonra gözlerimi kadına çevirdim. Üzgünüm diyordu gözleriyle. Kapı aniden suratıma çarpılıp sürgüsü çekildiğinde anladım olan biteni. Bağrışmalar devam ediyordu. Ben sessizdim.
Kalabalığı birileri yönetiyormuş gibiydi. Güdümlü füze gibi girmişti birkaçı bizim sokağa. Ve sil baştan. Otuz saniye de olsa dinlenen bacaklarım artık bana ait değillerdi. Ben kontrol etmiyordum onları. Bedenim binmişti üstlerine rodeo yapan kovboylar misali. Labirente dönmüş sokaklardan nereye gideceğime onlar karar veriyordu. Beynim daha az iş yaptığından bir anda çalışmaya başladığını hissettim. Ne kadar kalabalıklardı acaba? Bunu düşündüğüm anda ilk dönemeçte onların geldiği yönde doğru kaçmaya karar verdim. Kontrolü tekrar elime aldım. Arkama baktığımda üçünün beni takip ettiğini diğerlerinin yoluna devam ettiğini gördüm. İkisi çelimsiz ama hepsi de silahlı üç adam. Bu kondisyonda koşabildiğime göre çelimsizleri haklayabileceğimi düşündüm. Bir plan yapmalıydım. Tam o anda ayak bileğimi sıyıran bir baltanın sapı kaval kemiğimden vurdu beni. Yere kapaklandım. Beni yerde görünce onlarda yavaşladı ve gülmeye başladılar. Üzerimdeki tişörte mi yoksa koşu ayakkabılarıma mı gülüyorlardı bilmiyordum. Tek hissettiğim şey korkuydu. Ve tek dileğim yaklaşan üçlü ölümün teker teker gelmesiydi. Orağını yerden almaya çalışanın üstüne atladım düşünmeden. Beklenen boğuşma. Fiziksel temas. Gücü elde etme çabası. Sırtıma kavisli bir şekilde inen bir başka orak bu çabaya son verdi. Diğer ikisine döndüğümde havada suratımın ortasına inmekte olan baltayı gördüm. Yavaş çekimde geliyordu sanki. Teslim bayrağım göklerde dalgalanıyordu. Saatime baktım. 20:34…”
Uykuya dalalı sadece bir buçuk saat olmuştu.